Kişiye göre değişir muhakkak ama evde kalmak hiç de sıkıcı değil benim için.
Genel görüntüye bakalım bir de; ultra lüks evlerimize hapsolduk.
On yıl taksitli krediler çektiğimiz, bilmem kaç yüz bin lira para verip uğruna pek çok asli ihtiyacımızdan fedakarlık ettiğimiz, eşe dosta böbürlene böbürlene anlattığımız ama ancak akşamdan akşama uğrayabildiğimiz evlerimizin tadını çıkaralım.
Usulca üzerime örtülmeye çalışılan battaniyenin temasıyla irkildim. Üzerimi örtmeye çalışanın kim olduğuna bakmak için kafamı çevirirken ağzımdan kanepeye salya aktığını, yanağımın da epeyce ıslandığını fark ettim. Yarı mahcup halde doğrulmaya çalışırken sol avucumla da yanağımın ıslaklığını sıyırıp pantolonumun dizine sürdüm. Yattığım yerden kalktım, kanepenin kenarına kadar yanaştım ve beni tebessümle izleyen meleğime bakarken birden içime ürperti geldi, titredim, ayaklarımı topladım, dizlerimi karnıma kadar çektim, uyurken üşümüş olan omuzlarımı ovaladım, battaniyeyi sırtıma attım, iki kolumla dizlerime sarılıp tortop halde oturmaya başladım.
- Yatsaydın oğlum, niye galkdın. Uyanmıyasın diye çok yavaş örtdüm üzerini amma gene de uyandın.
- Yok ana, uyandığım daha iyi oldu, kâbus görüyordum.
- Hayır olsun inşallah. Ne gördün ki?
- İnşallah ana, inşallah. Evin kapısını kapatmaya çalışıyorum, bir türlü kapanmıyor. Kapatmaya çalışırken saksıya çarpıyorum, toprak yerlere saçılıyor. Bir yandan toprağı toplamaya çalışıyordum, diğer yandan kapıyı hızlı hızlı çarpıyordum kapatmak için, uyandım.
- Gapatdılar üsdümüze gapıları, çıhamıyok dışarı! Daraldım ki hemi de nasıl, bir bilsen oğlum. Benim de hayatım kâbusa döndü. Ne zaman uyanacaksak. Çok şükür evimdeyim. Çok şükür her şeyimiz var amma azıcık dışarı çıhası geliyo insanın. Bal yiyen baldan bıkarmış. Usandım vallaha!
- Sabır ana, az daha sabır.
Uyumadan önce izlediğim haberler bitmiş, virüs hakkında doktorların açıklama yaptığı program başlamıştı. Kumandayı alıp televizyonun sesini kıstım, babamın nerede olduğunu sordum. Salonda yatsı namazı kıldığını, çay demlediğini ama içmek için uyanmamı beklediğini söyledi anam.
Bir süre sonra babam namazını bitirmiş ve mutfağa geçmişti. Sırtımdaki battaniyeyi kanepeye bırakıp ben de mutfağa geçtim. Bardağa çayını dolduruyordu. İçeri girdiğimi görünce diğer bardağa da çay doldurdu, kendi çayını alırken, benim için doldurup küçük tabağa koyduğu çayı elinin tersiyle bana doğru itekledi. Babalar böyle işte dedim kendi kendime. “Al şu çayını” kabalığı, umursamazlığı. Hiç de zoruma gitmedi. Ben de bir erkek ve babayım, ben de tıpkı babam gibiyim, diye geçirdim içimden. Anam asla böyle yapmazdı. Çayı elleriyle ikram eder, yanında birşeyler atıştırmak isteyip istemediğimi de sorardı.
Mutfakta oturup çay yudumlamaya, memleket meseleleri konuşmaya başladık.
- Bu dünyayı sırtında işçiler ve çiftçiler taşıyor oğlum. Üretimin ana parçası onlar. Fakat son otuz yılda çiftçilerin kimisi çocuğunu okutmak için, kimisi köydeki arazisinde ürettiğini pazarda hak ettiği fiyata satamadığı için, kimisi televizyonda görüp özendiği konforlu şehir hayatını yaşamak için köylerinden ayrıldı, şehirlere taşındı. Terör, kan davası vb. gibi sebepler de var tabii ki ama asıl mesele şu; tarım arazilerimizdeki genele yaygın üretim azaldı. Tarım, tekelleşmeye başladı. O tertemiz çalışkan köylüler, üç beş dönüm tarlasını ekip biçiyor, karnını doyuruyordu. Şehre gelip bir apartmanın kapıcısı, bir inşaatın bekçisi oldular. Yüz binlerce köylümüz üretimi bıraktı, şehrin kölesi haline geldi. Hayatı boyunca hiç üretmeyen fakat en lüks ölçülerde sürekli tüketen, bir bağ maydanoz bile yetiştirmemiş şehir kibarcıklarına hizmetkâr oldular. Kazandığı üç beş lirayı markette harcayıp ay sonunu iple çeken modern kölelere dönüştüler.
Şehrin insafı yok ki. Marketteki etin fiyatı herkese aynı, fırındaki ekmeğin fiyatı herkese aynı. Doktor da eti 50 liraya alıyor, avukat da öğretmen de asgari ücretli İsmail de. Ekmek, yumurta, peynir yani marketteki her şeyin fiyatı, herkes için aynı. Yani marketteki gıdanın fiyatı patrona da aynı işçiye de aynı. Fakat gelirler aynı değil. Patronun geliri on lira, işçinin geliri bir lira. Dünyayı sırtında taşıyan bu işçi ve çiftçi ne yesin ne içsin, öyle değil mi oğlum.
- Virüs salgınının tüm dünyada bir değişim yaşatacağı kesin. Normal sandığımız ama normal olmayan şeylerin değişeceğini, yeni normallerimizin ortaya çıkacağını düşünüyorum baba. Zor, sıkıcı ve korkutan bir süreçten geçiyoruz, önümüz karanlık ve korku yaşıyoruz ama salgın kontrol altına alındığında tüm normlar insan merkezli olarak değişecek diye düşünüyorum. Hızlanmış yirmi yıl gibi. Yirmi yılda neler yaşayacaksak başımıza neler gelecekse bir ya da iki yılda yaşayacağız. Yirmi yılda anne, baba, hala amca, teyze, dayı ve ileri yaş gurubundan herkesi kaybedecek olan insanlar, bunu bir ya da iki yılda yaşayacak. Yirmi yılda iflas, kazanç, şehir değişikliği, iş değişikliği gibi başımıza gelmesi muhtemel şeyleri, bir iki yılda yaşayacağız. Çok hızlandırılmış bir zaman diliminin içine girmişiz gibi. Psikolojik olarak bunlara hazır olmamız gerekiyor. Kendimizi hem virüse hem de ruhsal sorunlara karşı korumamız gerekiyor yalnızca. Devletin alacağı karantina tedbirlerine direnç göstermemek gerek.
Böyle sıkıntılı günlerde devlet yöneticisi olmak da zor baba. Öyle kritik kararlar almak mecburiyetindeler ki. Aşağı sakal yukarı bıyık...
- Sakal dedin de aklıma geldi oğlum. Gitmeden şu saçımı bi kessen ne iyi olur. Saç zaten kıvır kıvır. Elbistan lahananası gibi kocaman oldu kafam.
- Olur baba, traş makinan vardı değil mi?
- Var, var. Annen arada bir ensemi toparlıyor o makinayla ama saç traşımı yapamaz, sen hallet şu işi.
İkinci, üçüncü bardak derken demliği bitirdik ama sohbeti bitiremedik. Traş malzemelerini hazırlayan anam seslenince banyoya geçtik. Yarı soyunuk olarak babamı sandelyeye oturttuk. Anamın berberliğime dair esprileriyle şenlenen banyoda, babamın saçlarını kestim. İşim bittikten sonra vakit geç olduğu için her ikisini de o halleriyle bırakıp bir ihtiyaçları olursa aramalarını tembihleyerek, ve maalesef, ellerini bile öpemeden evden ayrıldım.
Site kapısından çıkarken arabanın radyosunu açtım. Harika bir bağlama geçişinden sonra ‘Aramıza girmiş dağlar denizler’ diye başlayıp ‘Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara’ diye devam eden türkü eşliğinde, ISSIZ ANKARA caddelerini inlete inlete evime geldim.
Kapı önündeki çiçek saksısını, yaramaz kedimiz Beyaz devirmiş olmalıydı. Toprak dağılmıştı. Kâbusum geldi aklıma. Anahtarımla kapıyı açmak istedim ama başaramadım. Kapı içerinden kilitlenmişti...
EVde CEZAlı olmakla CEZA EVİnde olmak ne çok benziyor birbirine.
Beş yıldızlı CEZA EVİ.
Tayfun Toprak ÜNAL