Yurttan Sesler
Paylaşanın malı artsın, paylaşmayana malı batsın!
Genellikle ilk ders saati rapor ve izin evraklarını teslim etmek için odama öğrenci ve veliler gelir. Kimi veliler odada birileri varken bile paldır küldür ve saygısızca dalar içeri (hatta bazı küstahlar kendini öylesine ayrıcalıklı görürler ki içeride derdini anlatan öğrenciyi bile susturup dışarı çıkarmaya, ardından da bana dönüp talimatkâr bir üslupla meselesini çözmeye yeltenir) ve konuşan kişinin sözünü keserek araya girer, kimi veliler ise telefon görüşmem olduğunu fark ettiğinden el hareketiyle özür dileyip, içeri girmesi için ısrarcı olmama rağmen gelmez ve konuşmamın bitmesini dışarıda bekler. İçeri davetimden sonra ise ikram ettiğim çayı bile büyük bir minnet ve mahcubiyetle içer, zaten hakkı olan meselesini de olabildiğince saygı dolu cümlelerle arz etme gayretine girer.
İşte aralık ayının sonlarında, böyle bir günün sabahıydı, içeride iki erkek öğrenci ders programlarındaki değişiklik taleplerini anlatıyordu. Üç beş gündür sakal traşı olmamış, kafasında kirli ve eski bir bere, siyah olduğu halde güneşin etkisiyle rengi griye dönmüş fazlaca bol bir mont, diz kısmı kelleşmiş yeşil, kadife pantolonlu, kırklı yaşlarda bir adam, usül bilmezlik ezikliğiyle önce öğrencilere baktı sonra beresini çıkarıp nasırlı koca ellerinin arasında tutarak, büyük bir devlet adamın huzurundaymış gibi hafif öne eğilerek masama yaklaştı.
- Tayfur hoca siz misiniz?
- TayfuN, TayfuR değil. Buyrun, benim.
- Ben ...... sınıfındaki .......................... nın babasıyımda.
(Pek sakin ve dersleri iyi bir öğrencimiz. İzin verse bile ismini paylaşmak istemezdim bu yazıda)
- Evet, buyrun.
- Gızım dün gelemedi, hasda. Bugün de gelemedi. Okula gidip dilekçe yazman gerek baba, dedi. Onun için geldim.
Kıyafeti, saygısı ve ne yapacağını bilmeyişine öyle derinden üzüldümki... Buyurmaz mısın, diyerek misafir koltuğunu işaret ettim ve çay söyledim. Adama, sen dili kullanarak beklemesini rica ettim, odadaki öğrencilerin meselesini halledip sınıflarına gönderdikten sonra keyifle içtiği çayın tazelenmesini söyledim ve sohbete başladık.
- Ne iş yapıyorsun?
- Belediyede çalışıyom hocam.
- İşin, yani görevin ne belediyede?
- İşçiyim.
- Ne işçisi? Birimin, görevin ne?
- Temizlikdeyim hocam.
Söylemeye çekindiği gün gibi ortadaydı. Benim derdim ise tam olarak durumunun ne olduğunu tespit edip, katkıda bulunabilmekti. Anlamıyormuşa yatarak ısrarla sormaya devam ettim.
- Ne temizliği? Park mı, bina içi mi... Söylesene ne olduğunu be mübarek.
- Bu bölgenin temizliğindeyim hocam.
BÖLGE kelimesinden anladım ki kim olduğunu hiç bilmediğimiz, evimizdeki en iğrenç atıkları doldurup, burnumuzu tuta tuta attığımız poşetleri kamyonlarla sabaha kadar sokak sokak gezerek toplayan, tek kelimelik sıfatı münasip gördüğümüz ÇÖPÇÜ!.
- Haa... Yani şu kamyonların arkasında sürekli gördüğüm adamlardan birisin sen, öyle mi?
- Hee hocam. Çalışıyok işde, ne yapak.
- Sağlığın yerinde olsun, Allah çalışabilecek gücü elinden almasın, gerisi mühim değil. Hepimizin derdi çocuklarımıza iki lokmalık ekmek götürmek değil mi.
- Hee valla hocam. Çocuklar uçun zabahaçı çöp atıyom, eve varışın ne sıhıntım galıyoo ne derdim. Yüzleri gülüyo ya, bana yeter.
Verdim kâğıt kalemi, ben söyledim o da yazdı. Bu arada, samimiyetime güvenmiş olmalı ki masum bir yalanı da itiraf ederek dilekçeye devam etti; EŞİMİN AMELİYAT OLMASINDAN DOLAYI.....SINIFINDAKİ ......NUMARALI ...............................ADLI KIZIMIN DEVAMSIZLIĞININ...
Dilekçeyi yazdı, imzaladı, şükran ifadeleriyle gitti ama GÖNLÜ ZENGİN bu adam hayalimde capcanlı kaldı. Ne yapabilirim bu öğrenci için diye düşündüm ve sınıf öğretmeni arkadaşımızlada konuyu paylaştım. Ertesi gün öğrencimizi odaya çağırdım, ASLA KAPATMADIĞIM KAPIYI kapatmasını söyledim. Geçmiş olsun kızım, annen ameliyat olmuş dedim ve o evde olan biteni anlatırken yukarıdan aşağı, aşağıda yukarı inceledim. Kazağı ve pantolonu diğer öğrencilerin giydikleriyle ortalama gibiydi ama ayakkabı çok hem de çok anormaldi. Ön tarafı yıpranmış hatta derisi soyulmaya başlamış bir asker ya da polis botuydu... Burnumun direği sızladı. 17 yaşında genç bir kızın bu yüce gönüllüğü önünde küçücük kalmış gibi hissettim kendimi. ÇÖPÇÜ babası bu ayakkabıyı çöp toplarken bulup getirmiş olabilir mi acaba diye geçirdim içimden, ağlamamak için kendimi zor tuttum, bir çift ayakkabı alayım bu kıza ya da parasını vereyim diye düşündüm ve asıl konuya giriş yaptım.
- Kızım, dün baban gelip dilekçeyi yazdı, o mesele tamam. Senin için okul olarak yapabileceğimiz veya benim şahsen yapabileceğim bir şey var mı diye sormak istedim, o sebeple çağırdım. BİR ŞEYE İHTİYACIN VAR MI? İHTİYACIM VAR AMA ALAMIYORUZ, diyebileceğin bir şey var mı?
Çekingen davranacağını, kıyafet ya da nakti olarak yapmak istediğim yardımı reddedeceğini düşünmüştüm. Hiçte öyle olmadı. Heyecanla yüzü güldü, gözleri parladı.
- Var hocam. EYT ve TYT test kitabım yok. Birer tane verebilirseniz çok sevinirim.
Tepemden kovalarla közler dökülmüş gibi oldum... Bir süre sustum... Nereden bulabilirim düşüncesine dalmış rolü yaptım, kendimi toparladıktan sonra da “Sen sınıfına git, ben en kısa zamanda bulur ve veririm” deyip sınıfına gönderdim.
Öğrencim dışarı çıktıktan sonra, ASLA KAPATMADIĞIM KAPIYI yeniden kapatıp içeriden kilitledim! Bir süre kahrım ve hüznümle odada baş başa kaldım...
erKEKler ağlamaz!..
Paylaşanın malı artsın, paylaşmayana malı batsın! Daha ne diyeyim...
Tayfun Toprak ÜNAL
**Bu hadiseden iki gün sonra, kardeşi geçen yıl şehit olan bir öğretmen arkadaşıma durumu anlattım. Nakdi yardım yapmak istedi ama öğrencimizin bundan haberinin olmamasını rica etti.**