Yurttan Sesler
Yazıyorum, hazır mısınız?..
SAHURA BENİ DE KALDIRIN!
Ayakkabımın içine dolan toprağı çıkarmak için elimdeki küreği ağaca dayayıp çömelirken, bir yandan da alnımdaki teri siliyordum, kolumla. Akşam güneşi doğrudan yüzüme vuruyor, toz, ter ve polenin de etkisiyle gözlerimi kısarak bakmak zorunda kalıyordum. İş yaparken konuşmayı sevmediğimi bildiği için o ana kadar sustuğundan, varlığını bile unuttuğumu fark ettim. Beş lira verip konuşturursun, yirmibeş lira versen susturamazsın denen tiplerden...
- Toprak ne kadar güzel bir şey biliyon mu aga?.. İnsanı nasıl rahatlatıyo. Sabahtan akşama kadar toprakla oynasam, eşelesem doyamam. Aha şu gorona günlerinde daha iyi anladım ki insanın temel ihtiyaçlarından biriymiş toprak. Millet evine saksı taşıyo, toprakla uğraşıyo. Toprak gibisi yok vallaha. Toprak bambaşka bi şey aga, bambaşka bi şey... Çok yordun sen de kendini, bırak artık, yarın devam edersin.
Erik ağacının gölgesine oturmuş, plastik mavi saplı meyve bıçağıyla çaydanlığın kulpundaki vidayı çevirmeye çalışıyordu. Haklıydı, cevap bile veremeyecek kadar yorulmuştum. Fakat hiç farkında değildi diğer söylediklerinin. Benim adım Toprak’tı. Kendi adımı kendim koymuştum. Ben Toprak’tım. Hatta bir oğlum olsaydı adını Toprak koyacaktım. Ben kerpiç evde doğup büyümüş bir köy çocuğuydum. Çamurdan çömlekler yaparak büyümüş biriydim. Beni bana anlatıyordu. Kırılmasın diye bunları söylemedim. Dirseklerimi arkaya dayanak yaptım, ayaklarımı uzattım, kısık gözlerimle beş on saniye kadar bahçeyi seyrettikten sonra, “Şurayı da bitireyim, yarım kalmasın” dedim.
İşini iyi yapmışlık keyfiyle hızlıca ayağa kalktı, ıslık çalarak çaydanlığı inceledi, “Babanda mı tamirciydi mübarek” dedi kendi kendine, küçük tüpü masanın altından çıkarıp duvar kenarına yerleştirdi. Eğriliğini doğruluğunu ve sallanıp sallanmadığı kontrol ederken, ezanın kaçta okunduğunu sordu.
- Sekize beş kala.
- Daha bir saat var desene. Çay da yetişir menemen de, hiç merak etme. Rüzgar tüpü söndürmez burada değil mi?
- Duvarın üzerindeki tenekeyi önüne dayarsan rüzgarı keser.
- Tamamdır agaa...
Yarım kalan bölgenin de toprağını düzenledikten sonra elimi yüzümü yıkayıp yanına oturdum. Tavadaki yağın çıtırtısı ve kavrulmaya başlamış olan biberin kokusu enfesti. Zaman zaman iş vesilesiyle lüks restoranlarda, beş yıldızlı otellerde de yemekler yiyordum ama asla bu lezzetin yetini tutmuyordu.
Kartonun üzerinde kestiği domatesi köpük tabağa sıyırdı, yeni bir domatesi alıp elleriyle ikiye yardı, içinden sürpriz çıkacakmış gibi inceledikten sonra bana uzattı;
- Şu damlacıkların güzelliğine bi bak hele agaa... Kokusu ayrı bi güzellik, görüntüsü ayrı bi güzellik, tadı ayrı bi güzellik... Kurban olduğum Allah, muhteşem yaratmış.
- Coşa gelip ağzına atarsın, dikkat et. Zedeleme orucu. Benim en küçük kız Ramazanın ilk günü oruç tuttu. Son dakikalarda sandalyeye oturmuş masadaki yemekleri seyrediyordu. Ablalarından biri dedi ki; baba Medine yedi heralde, birşey çiğniyor gibiydi. Suçlandı kızım, yüzünü kaldıramadı, masum masum süzülmeye başladı. Hemen savunmaya geçtim, iftira atmayın, yapmaz benim kızım, dedikten sonra sarılıp öptüm. Neyse, aradan beş altı gün geçti, yine iftara yakın dakikalar, oturdum sandelyeye, ezanı bekliyorum, Medine’m geldi yanıma, dedi ki; “ Baba, burada otururken tabaktaki domatesleri görürsün, canın çok çeker, kimse görmeden belki ağzına atarsın birini, orucun bozulur. Bence ezan okunmadan önce burada bekleme”. Gel kız buraya, dedim, şapur şupur öpüp kokladım, sarıldım doyasıya.
- Çocuk kısmının iftarı ikindin vakti agaa. Allah kabul etmiştir zahar.
Domatesi doğramaya başladı, bir süre sonra dönüp bana baktı, boş boş oturduğumu görünce, domates suyu damlayan bıçağıyla yumurta kolisini işaret ederek “Şunları getir. Bardakları da masaya koy. Hazırla işte masayı aga, elim dolu benim, görüyon!” dedi.
Yumurta kolisini poşetten çıkardım, masanın üzerine gazete serip bardakları koydum, bahçeden söktüğüm dört kök taze soğanı ve filizlerini kopardığım nane yapraklarını yıkadım... Batan güneşe yüzümü dönüp sandalyede yayıldım, yanık sesli, temiz yürekli, evvelden dertli, zor gün dostumun söylediği türküye eşlik ettim.
Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı.
O bizim kavuşmalarımız yarim, mahşere kaldı.
..............
..............
Sonra ne mi oldu!... Ne bekliyordunuz ki? İftar oldu. Haa, birde, bu yazıyı yazmak için uykusuz kaldım.
SAHURA BENİ DE KALDIRIN!
Tayfun Toprak ÜNAL
Fotoğrafın yazı ile alakası %50
Çengelli iğne, filkete, çatal iğne, ilmeçer. Siz ne diyorsunuz bilmem.
Eski günler, eski günler...