Bir imtihan dünyasında yaşıyoruz. Hayırla şer, iyilikle kötülük, güzel ile çirkinlik, hak ile haksızlık, doğru ile yanlış gibi zıtlıklar birbiriyle yarışmaktadır. Ne yazık ki tarihin her döneminde ve her toplumda aklıselim çizgisinde yer alanlar olduğu gibi bunun karşısında da yer alanlar olmuştur. Hal böyle olunca bu çarkın içinde bulunan insanoğlunun kıskançlık, dedikodu ve çekememezlik gibi zaafları ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla kimi zaman insan, muhatabı olan akraba, komşu, dost, arkadaş ve meslektaşlarına karşı kin, nefret ve öfke ile bakabilmektedir. Bazen daha da ileri giderek yalan ve iftiralarla onur ve haysiyetlerini kırmaktadırlar. Oysa ki yalan ve iftira; fert ve topluma yapılacak en büyük haksızlıktır. Kamu ve kişi hakkını ihlal etmektir. Diğer bir ifade ile onların itibarını zedelemektir. Gerçekten iftira alışkanlığı ve kolaycılığı başlı başına bir felakettir. Nitekim sözlükte ; yalan söylemek, uydurmak, asılsız isnatta bulunmak gibi anlamlara gelen iftira ; terim olarak ''bir kimseye asılsız olarak suç, günah yahut kusur sayılan bir nitelik, söz ve davranış isnat etmektir.'' Nitekim Hz. Peygamberimiz'in (s.a.s.) hadislerinde de iftira, helak edici bir eylem olarak tanımlanmış ve büyük günahlar arasında yer almıştır :
''Kıyamet gününde iftira ve yalanla başkasına suç isnat edenlere, itibarını rencide edenlere, malını haksız yere yiyenlere büyük bir ceza vardır. Bunlar, dünyada namaz kılmış, oruç tutmuş, zekât vermiş olsalar bile, söz konusu ibadetlerin sevabı kendileri için yeterli olmayacaktır. Tam tersine bu ibadetlerden elde ettikleri hayır ve sevap, muhataplarına yaptıkları haksızlığın karşılığı olarak ''KUL HAKKI'' şeklinde verilecek ve kendileri, servetini kaybetmiş bir müflis gibi boş ve çaresiz kalacaklardır.'' (Tirmizi, Kıyamet 1) ( Toros Birol