Ölüm, susuz bir çölün orta yerinde açan, sessiz ve bir o kadarda yalnız bir kaktüsün çırpınışı gibidir. Kimisine göre bir son, kimisine göre de yeni bir başlangıcın adıdır.
Sessizliğin dakikalarla cenge girdiği bir savaşın mutlak kahramanıdır ölüm.
Ve ölüm, herkese eşittir.
Çünkü insan hayatının belki de çaresiz kaldığı tek kavram, ölümdür.
Tanrı, bu çaresizliğin çözümüne ulaşılabilmesinin yollarını kapatmıştır.
Başkaca bir muharebeye gerek olmaksızın insanlık, ölümün bu gücü karşısında kaybetmiştir.
Yolları kapatan Tanrı, aynı zamanda yolları açan Tanrı olmayı da bizlere gösterdiği için, mutlak kudret olmuştur bizlere.
Tanrının, o yolları kapatması, bu denli sırlı olmasının da rehberidir.
Ancak her ne kadar ölüm, çaresizliğin ve çözümsüzlüğün adını taşısa da, bu çaresizliği ifade etmek, yazarların kaderi olmuştur.
Çünkü bir yazar, nasıl ki kendi mahzeninde usulca ölümü bekliyor ve ölümü anlatıyorsa, ölüm de usulca kendisini yazacak yazarını arar bir ömür.
Zira ölüm, sessizliği çağıran nehirler gibi yalnızlığı ve vazgeçişi tanımlatır insan ruhuna.
Bu vazgeçiş o denli derindir ki, derinliğini İspanyol şair ve yazar Juan Ramon Jimenezde kendini göstermiştir bizlere.
Jimenez, 1956 yılında Nobel edebiyat ödülüne değer görülmüştü. Ama ödülü aldığını öğrendiği günlerde Jimenez, karısı Zenobia’nın da kansere yenildiğini öğrenmişti.
Ve Jimenez, karısı öldükten sonra tek bir satır dahi yazmadı.
Ölümün, edebiyatın, yazarlığın, yaşamanın, sevmenin, hüznün ve vazgeçmenin bu denli derin anlatılabileceği başkaca bir eylem yoktur yeryüzünde.
Jimenez, ölümün mutlak otoritesine karşı mutlak bir başkaldırışla cevap vermiş ve vazgeçmişti her şeyden.
Ve vazgeçmenin, ölümle eşdeğer bir kavram olduğunu bilmişti.
Ölüm nasıl ki yazarlığın kalemi ise, vazgeçmek de ölümün manasını taşır kendisiyle.
Bu mana kimi zaman bir çınarın ölümünü sunar bize, kimi zamanda yeni bir yaşamı.
Vesselam.