Diyarbakır masaj Aksaray masaj Afyon masaj Amasya masaj Bolu masaj Burdur masaj Elazığ masaj Erzincan masaj Erzurum masaj Düzce masaj Edirne masaj Isparta masaj Giresun masaj Karabük masaj Kastamonu masaj Sinop masaj Kırıkkale masaj Kırklareli masaj Kırşehir masaj Mardin masaj Nevşehir masaj Niğde masaj Ordu masaj Osmaniye masaj Rize masaj Tokat masaj Zonguldak masaj Uşak masaj Yozgat masaj Bingöl masaj
escort bayan İstanbul escort İzmir escort Kahramanmaraş escort Kastamonu escort Kayseri escort Kıbrıs escort Kırklareli escort Kocaeli escort Konya escort Kütahya escort Erbaa escort Erdemli escort Ereğli escort Erenler escort Ergene escort Esenler escort Esenyurt escort Eskil escort Espiye escort Eyüpsultan escort Eyyübiye escort Fatih escort Fatsa escort Fethiye escort Finike escort Gaziemir escort Gaziosmanpaşa escort Gazipaşa escort Gebze escort Gediz escort Gelibolu escort Gemerek escort Gemlik escort Geyve escort Gölcük escort Gönen escort Görükle escort Güllük escort Gümbet escort Gümüşlük escort Güngören escort Gürsu escort Haliliye escort Hendek escort Horasan escort Ilgın escort İlkadım escort İncirliova escort İnegöl escort İskenderun escort İzmit escort İznik escort Kadirli escort Kadıköy escort Kadınhanı escort Kağıthane escort Kahramankazan escort Kangal escort Kapaklı escort Karabağlar escort
www.vipeskortmodel.com Gaziantep escort Denizli escort Adana escort Hatay escort Aydın escort İzmir escort Ankara escort Antalya escort Bursa escort İstanbul escort Kocaeli escort Konya escort Muğla escort Malatya escort Kayseri escort Mersin escort Samsun escort Sinop escort Tekirdağ escort Eskişehir escort Yalova escort Rize escort Amasya escort Balıkesir escort Çanakkale escort Bolu escort Erzincan escort Van escort Yozgat escort Zonguldak escort Afyon escort Adıyaman escort Bilecik escort Aksaray escort Ağrı escort Bitlis escort Siirt escort Çorum escort Burdur escort Diyarbakir escort Edirne escort Düzce escort Erzurum escort Kırklareli escort Giresun escort Kilis escort Kars escort Karabük escort Kırıkkale escort Mardin escort Kırşehir escort Maraş escort Manisa escort Muş escort Kastamonu escort Ordu escort Nevşehir escort Sakarya escort Osmaniye escort Şanliurfa escort Sivas escort Trabzon escort Tokat escort Ardahan escort Bartın escort Karaman escort Batman escort Bayburt escort Bingöl escort Elazığ escort Gümüşhane escort Hakkari escort Isparta escort Uşak escort Igdır escort Şırnak escort
Bodrum escort Kuşadası escort Marmaris escort İzmit escort Mecidiyeköy escort Bornova escort Alanya escort Arnavutköy escort Ataşehir escort Başakşehir escort Esenler escort Esenyurt escort Fatih escort Gaziosmanpaşa escort Kağıthane escort Kartal escort Küçükçekmece escort Maltepe escort Sarıyer escort Pendik escort Sultangazi escort Ümraniye escort Zeytinburnu escort Adapazarı escort Aksu escort Anamur escort Antakya escort Atakum escort Belek escort Beykoz escort Buca escort Çankaya escort Çorlu escort Dalaman escort Edremit escort Erdemli escort Gaziemir escort Gazipaşa escort Gölcük escort Gümbet escort Gümüşlük escort İlkadım escort İnegöl escort İskenderun escort Karşıyaka escort Kaş escort Kavaklıdere escort Keçiören escort Kepez escort Konak escort Konyaaltı escort Köyceğiz escort Menderes escort Menemen escort Menteşe escort Mezitli escort Ödemiş escort Odunpazarı escort Osmangazi escort Pamukkale escort Şahinbey escort Serdivan escort Seyhan escort Side escort Şile escort Silifke escort Silivri escort Tarsus escort Tire escort Torbalı escort Toroslar escort Turgutreis escort Yalıkavak escort Bandırma escort Çerkezköy escort Kahramankazan escort Elbistan escort Milas escort Polatlı escort Çarşamba escort Ceyhan escort Nazilli escort Söke escort İznik escort Susurluk escort Melikgazi escort Yıldırım escort Bafra escort Akçaabat escort Salihli escort Akhisar escort Soma escort Turgutlu escort Yatağan escort Köyceğiz escort Merzifon escort Lüleburgaz escort Sandıklı escort Gelibolu escort Çan escort Dörtyol escort
İstanbul masöz Avrupa masöz Maltepe masöz Mecidiyeköy masöz Kadıköy masöz Etiler masöz Beşiktaş masöz Bakırköy masöz Anadolu Yakası masöz Ataşehir masöz Beylikdüzü masöz İstiklal masöz Beykoz masöz Bayrampaşa masöz Başakşehir masöz Bahçeşehir masöz Bahçelievler masöz Bağcılar masöz Avcılar masöz Ataköy masöz Çekmeköy masöz Çatalca masöz Büyükçekmece masöz Beyoğlu masöz Kurtköy masöz Küçükçekmece masöz Kemerburgaz masöz Halkalı masöz Güngören masöz Gaziosmanpaşa masöz Fatih masöz Eyüpsultan masöz Esenyurt masöz Esenler masöz Şişli masöz Şirinevler masöz Silivri masöz Sarıyer masöz Sancaktepe masöz Pendik masöz Nişantaşı masöz Merter masöz Zeytinburnu masöz Üsküdar masöz Tuzla masöz Taksim masöz Sultangazi masöz Sultanbeyli masöz Sultanahmet masöz Denizli çelik çatı
Bugun...


Prof. Dr. Namık Kemal OKUMUŞ

facebook-paylas
ALLAH’IN BOYASIYLA BOYANMAK: AKIL, BİLGİ ve İNANCIN UYUMU
Tarih: 30-01-2021 12:53:00 Güncelleme: 30-01-2021 12:53:00


 

Yazının başlığı, sadece “en güzel söz” olmakla kalmayıp bunun yanında “sözlerin en güzeli” de olan Kur’an’ın bir âyetinden mülhemdir. (Bakara, 2/138). Onun için “Allah’ın boyası” yani “sıbğatullah” terimi, hem Kur’an’da geçtiği yer itibariyle, hem de verdiği anlam bakımından tevhidi özümsemek ve tevhidin kurum ve kurallarına boyun eğmek anlamına gelmektedir. Yani inanç, ahlâk ve eylem anlamında insan için asıl renk, şaşmaz bir kriter olarak vahyin temel ölçüleridir. Hatta bu ölçüleri tıpkı karakter elbisesi ya da duvar boyası gibi her an yaşamsal ortamlarda görebilmeliyiz. Buna göre, kendisine Müslüman diyen kişilerin boyanması gereken karakter rengi, mutlak manada tevhidî sınırlar dâhilinde olmalıdır. Yaşamsal ortamlarda bizi görenlerin bundan başka bir renk görmeleri demek, mü’min ya da Müslümanın farklı renk ve tonlara boyandığını haber verir. O nedenle tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların asıl boyaları olan tevhidî ilke ve eğilimlerden sapmaları sonucunda vardıkları yer; Allah’ın boyası ile boyanmak, O’nun ilkeleriyle bezenmek tercihinden fersah fersah uzakta olduğu için, bu tür dindarlıkların vahiy diliyle nasıl da eleştirildiğini görmek, aynı çizginin takipçisi olan bizler için de bir ders niteliğinde olmalıdır. Bu amaçladır ki kişilerin hangi boyayla boyanacağı yani inanç, ahlâk, eylem ve karakterlerine temel alacakları ilkelerin ne olduğunu bilmeleri demek, vahyin ilk insandan beri açık ettiği temel ilkelerine uymakla mümkün olacaktır diyebiliriz.

Yüce Allah, her hâlükârda insanın fıtratına nakşetmiş olduğu tevhid şuuruyla davranış oluşturmamızı beklemektedir. Bu inancın ve akabinde oluşturduğu şuurun kendine mü’min diyen herkeste görünür olması gerekmektedir. Ancak, “kendine dindar olma” eğilimini gösterenler hariç olmak üzere, bu görüntünün “boyanmak” şeklinde nakşedilmesi, kişiliğin her an görünür olan yönleri bakımından son derece anlamlı durmaktadır. Böylelikle, temel ilkelere uyumun verdiği ortak karakter bilinci sayesinde dünyanın hemen her yerinde aynı tavrı sergileyen kişilerin olması mümkün hâle gelmektedir. Keza, kişisel, yöresel hatta milli değerlerin bu temel ilkelerle harmanlandığı ve olası farklılıkların korunduğu bir dindarlık modeli oluşturmak, Selefi ya da radikal eğilimler üzerinden “evrensel ümmetçilik” peşinde koşanların aslında yanında durduğu şeyden ibarettir. Oysaki temel ilkelerden beslenen farklı dindarlık ve Müslümanlık modelleri, insanlığın tutunacağı en büyük şans olarak kalmalıdır. Haddizatında her birey ve toplum kadar farklı Müslümanlıkların olması bir handikap değil, bilakis avantaj olarak görülmelidir.

Yine, kültürel formların temelini inşâ eden tevhid şuurunu ortak değer olarak gören her farklı Müslümanlık modeli, insanlık adına kayıp, parçalanma ve bölünme değil, olsa olsa kazanım olarak tarif edilebilir. Bunu daha yakından anlama adına, “yaşanan örneklik modeli” üzerinden insanlığı eğitme amaçlı olarak gönderilmiş olan her elçinin pratiğe dökmüş olduğu “değişik dindarlık uygulamaları” ile onların takipçisi olan hemen her sahabenin değişik formdaki dindarlık ölçülerini öne sürebiliriz. İşbu nedenden ötürü Ömer Müslümanlığı dediğimiz şey ile okçular sendromu denilen şeyler bütünüyle insana mahsus eğilimlerdir diyebiliriz. Birisi her hâl ve şartta hak ve hakikatin yanında durmayı gerektirirken, diğeri ise kısa günün kârı mesabesinde olan somut, görünür ve faydacı kazanımlara yönelme üzerinden kalıcı olanı kaybetme tercihidir. İşbu nedenden ötürü, Câhiliye devrinde dahi son derece dürüst ve âdil olan Ömer’e karşılık, uğruna baş koydukları Resulullah’ın bütün tembihlerine rağmen görünür ganimete evrilen bir imtihan içindeki insanlıktan bahsedebiliriz. Bunlardan ilki, temel ahlâkî değerlere yaslandığı için yeni süreçte adalet ve dürüstlüğün sembolü olan “Hz. Ömer” olabilmişken, diğeri ise kazanılan bir zaferi yapılan hatalar yüzünden hezimete çevirebilmiştir. Birisinde geleceğini kurtaran ilkeli bir davranış varken, diğerinde ise günü kurtarmaya çalışan bir ilkesizlik göze çarpmaktadır. O nedenle beşerin hakikatte ısrar etmesi ya da hakikatten şaşması gerçekliği, ganimet beklentisi yani zaferin kazanıldığı beklentisi ile temel ilkelerden uzaklaşan kişilerin olmasını normal eğilimler babında görmeyi deruhte etmektedir.

Denilir ki güç paylaşılmayan bir şeydir. O nedenle insanların gücü paylaşmama adına direnmelerini anlamak lazımdır. Buna uygun olarak, pek çok âyette ifade ettiği şekliyle Yüce Allah da kendi mutlak gücünü paylaşmaya yanaşmamaktadır. Ancak gücün paylaşımı denilen şeyin O’nun yapmış olduğu gibi yetki devri ya da kontrol mekanizmasını öne alan bir sitemle desteklenmesi lazımdır. Kanaatimizce eşyaya hükmü geçen Yüce Allah’ın yeryüzünde halk etmiş olduğu “sorumluluk sahibi insan modeli”, bütünüyle bu irade ve istekten meydana gelmiştir. Nitekim O’nun daha hilkat aşamasında vermiş olduğu güç, yetki ve sorumluluk değerleri üzerinden hesaba çekeceği insanı temel ilkeler bakımından desteklediğini unutmamalıyız. Yani Yüce Allah, ahlâklı iş istediği insanı sadece donatmakla kalmamış, verdiği seçeneklerle onun önünü de açarak kendi fiillerini yapma iradesini de ortaya koymuştur. Tıpkı bunun gibi, zaman zaman kendi gücünün farkında olarak konuşan Yüce Allah, yapıp etmeleri yüzünden hesaba çekeceği insanı çaresiz bırakmamış olması anlaşılır bir tavırdır. Bunun yanında, insanın güç zehirlenmesine de müsaade etmeyen Yüce Tanrı, vahiy, elçi gönderme, akıl ve vicdan gibi pozitif katkılar sayesinde kendine özgü dokunuşlarla insanı başıboş bırakmadığını göstermiştir. O nedenle insanın geçici özellikler taşıyan güç merkezli düşünme, konuşma ve eylem yapma iradesini Yüce Allah’ın denetime açık yetki devri bağlamında ele alması lazımdır.

Bunun için de kim olursa olsun gücü denetleyen kurumsal ve vicdanî adımların atılması gerekmektedir. Modern insanın bu manada üretmiş olduğu paylaşım ya da denetleme modeli de büsbütün tanrısal misale uygun bir beklentidir. İnsanın bu denetimden kaçması demek, elde etmiş olduğu güç sayesinde kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmesine neden olabilecek bir sahipliktir. Bu sahipliğin her şeyden evvel insan ve toplumu baştan çıkarıcı ve helâke sürükleyici olduğunun unutulmaması lazımdır. Adaletle iş yapması gereken Müslüman dünyanın genelinin böylesi güç zehirlenmesiyle malul olması ise işin garabeti mesabesindedir. Her ne olursa olsun gücün meşruiyetini temin maksatlı “iktidarın diliyle konuşmak”, ne sıradan insana ve ne de bilim insanına yakışmayan bir şeydir. O yüzdendir ki, tanıdık yaşanmışlıklarımızdan olan ve din ile siyasetin harmanlandığı kötü örneklerden birisi sayılan Emevilerden beri sarayın diliyle konuşmanın, Müslüman halkın menfaatine sonuçlar doğurmadığı ortadadır. Bunun için bizim tabirimizle “siyasetin itikadileşmesi” noktasına evrilen bir Müslüman dünyadan bahsedebiliriz. En az bunun kadar tehlikeli olan “itikadın siyasileşmesi” tercihi ise, Müslüman dünyanın ilkine vermiş olduğu tepkinin doz ayarlamasının yapılamaması neticesinde devreye girmiş gibidir. Kanaatimizce her iki sağlıksız durumun aşısını üretmek, Kur’an’ın temel siyasal ilkeleri olan adalet, eşitlik, hakkaniyet, liyakat, katılım, hesap verilebilirlik vb. gibi fıtrî değerlerine dönmekle mümkün olacaktır. Oldukça garip bir şey olması bakımından bu noktada açıkça ifade edelim ki, insanlığa hayat iksiri durumunda olan bu ilkeleri hayata taşıyan organizasyonlar yazıktır ki Müslüman devletler değil, görece bu dünyanın dışındaki siyasal pratikler olmuştur.

Devletin yani sınırsız gücün diliyle konuşmak, her şeyden evvel paylaşım dilini bilmeyen yapıları tek muhatap olarak görmek demektir. Ülkemiz özelinde ifade edecek olursak, milletin değil, Ankara’nın ya da dün itibariyle Çankaya’nın diliyle konuşmak, bir anlamda tek taraflı fikir beyanı anlamında milletin isteklerini yok sayma anlamına gelmekteydi. Siyasal kavgaların milletten mal kaçırırcasına köşkleri ya da sarayları esaretine alması demek, bu işten kaybedenin halk olduğu anlamına gelecektir. İktidara verilen bu denli anlam, onun rakiplerini yemesine de vesile olmaktadır. Bu vesileyi besleyen dillerin sadece iktidar çevrelerinden ibaret olmadığını da unutmamalıyız. İktidarları devşirme adına sadece milli değerlere yaslandığını ileri süren her gücün, sonunda kendi evlatlarını kurban ettiği aşikârdır. Bunun için kendi yandaşlarını üretmekten geri kalmayan siyasal güç sahipleri, bir süre sonra yola çıktıklarının kanlarını dökmeyi dahi hak olarak görmektedir. İktidarın kendi sahipleri için bu hakkı tanıyor olması demek, hiç kimsenin mutlak manada yaşam garantisinin olmaması demektir. Avrupa örneğinde bile bütün totaliter, baskıcı ve faşist yönetimlerin iktidara gelirken kullandıkları dili, iktidardayken değiştirmeleri bizlere laboratuvar örnekliği yapmalıdır. İnsanın temel bir kusuru olan bu yapının esasında kontrol edilemeyen ihtiraslar üzerinden “insanın şeytanlaşması” demek olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. İnsan, melek, cin ve şeytanın bulunduğu bir ortamda bu karakterlerin açık edilmiş olması (Bakara, 2/30-36), günü yaşayan bizlerin ne denli kırılgan ancak bir o kadar da güçlü bir iradî yapıyla bezenmiş olduğumuz gerçeğini ortaya koymaktadır. Geriye kalan tek şey, gömülü değerlerden olan bu yapıdan neyi seçeceğimize karar vermemiz olacaktır diyebiliriz. (Bakara, 2/37-39).

Tarihsel olarak sadece kültürel olarak değil, yönetsel yakınlığımız da bulunan Mısır’ın yaşadıkları buna güzel bir örnek sayılabilir. O itibarla Hz. Ayşe, Talha ve Zübeyir ile Hz. Ali arasındaki kanlı kavgaların sebebini de başka yerde aramamak lazımdır. Zira o dilin sahipleri, oyuncağını paylaşmayan çocuklar gibi elde etmiş oldukları yetki ve gücün ilelebet olduğunu düşünmektedir. Bu sebepledir ki bilim insanının bağımsız düşünmesi, hem kendi adına ve hem de iktidarların yanlışlarını görebilme adına olmazsa olmaz bir seçenektir. Daha dün ötekinin yanlışını eleştirenlerin bugün kendi yanlışlarını savunma iradesi göstermeleri, büsbütün bu tek yanlı, eleştiri kabul etmeyen ve sağlıksız eğilimden neşet etmektedir. Yahut dün mazlum durumda olanların bugün zulmeder noktaya varmaları da, elde edilen gücün kontrolsüz uygulanması sebebiyledir. Oysaki güç, Yüce Allah’ın yasası gereği insanlar arasında devir daim eden bir olgudur. (Haşr, 59/7). Bu manada hangi devir ve kişi olursa olsun ulusal ya da uluslararası güçlere rağmen Müslümanın adaletten yana tavır koyması beklenir. İnsanın dünya serüveni ancak bu tavrıyla ahlaklı bir yaşama dönüşebilir. İleride saygıyla hatırlanacak olanlar da ellerinde güç varken bunu haksızlık adına değil, safi adalet ve hakkaniyet adına kullanan kişiler olacaktır. Kendi çıkarlarını insanlığın çıkarlarına tercih eden kişiler, daha başından pahalı bir diyeti göze almış demektir. Bu yolda hangi bedel ödenecekse de gönül koymadan ödenmelidir.

Hayatın dinamik yapısı gücün sürekli olarak bir elde toplanmasına müsaade etmez. Belki de bu sebeple Kur’an Hz. Süleyman, Hz. Yusuf ve Hz. İsa örneklerini vermekle bizleri açıkça uyarmaktadır. Bu uyarıyı dikkate alanların özgürlük değerlerini önce kendileri özümsemesi, peşi sıra da bu değerler üzerinde kurulacak olan bir toplumsal vasat oluşturmaları beklenir. Kontrol edilemeyen gücün zehirlemediği kimse olmadığını bilmek, bu zehirden kurtuluş için olası panzehirinin de var edildiğini bilmekle anlamlı olacaktır. Siyaseti güç elde etme, mevzi kazanma, rövanş alma şeklinde değil, Mekke’nin fetih gününde, “bugün, öç alma günüdür…” diyen sancaktar sahabiye karşılık olmak üzere; “bugün af, barış ve merhamet günüdür…” diyen ve onu bu görevinden azleden Hz. Peygamber’in örnekliğinde yeniden anlamak lazımdır. Sonuç olarak, onun izinden gitme iddiasında olan biz Müslümanlar nezdinde bu denli âdil, bu denli barışçıl ve bu denli insancıl bir tavrı seçme noktasında bize bu noktada örnek olmasının hiçbir kıymet-i harbiyesi yok mudur? Ona uyduğunu söyleyen kişilerin onun icraatlarının aksine bir sistem kurmuş olmaları yadırganmalı değil midir? Nihayetinde, “niçin yapmadığınız yahut da yapmayacağınız şeyleri söylersiniz!” (Saff, 61/2-3) ilahî uyarısına muhatap olmak, vahyin çağdaş muhatapları olan bizleri rahatsız etmeli değil midir?

Uzun süredir servet ve güç ile imtihan edilen Müslümanların geldiği nokta itibariyle bazı açmazlar içerisinde bocaladığından kuşku yoktur. Denilebilir ki “Ömer Müslümanlığı” özlemi ile “okçular sendromu” gerçekliği, bahsedilen hususu en iyi ifade eden kavramsallaştırmadır. Hatta bu iki eksterm uç, ideal ile gerçeklik sarmalında zaman zaman bir arada yaşamak zorunda kalınmış olan insan realitesiyle karşı karşıya olduğumuzu açıkça ortaya koymaktadır. Bize göre bahsedilen her hâlin insanın olduğu yerde mümkünâtı bulunmaktadır. Üstelik insanı melek seviyesinden alıp beşer seviyesine yükselten her ikisi de irade sahibi insanın olduğu yerde normal görülebilen yaşanmışlık hâllerdir. Akıl, irade, zekâ ve ihtirasla bezenmiş olan insanın kendi beklenti ve kurgularını dava diye sunmasına vardıran bu işin temelinde, her ne olursa olsun sadakat beklentisi ile dürüstlük özlemi arasındaki makasın olduğu aşikârdır. Peygamberlerin dizinin dibinde yetişmekle kalmayıp savaş meydanlarında hakikatin yılmaz neferleri olan bazı kişilerin daha sonra nasıl değiştiklerini görmek bile, nefis yani arzu ve istekler üzerinden nereden nereye savrulma yaşanabileceğini açıkça göstermektedir.

Kendinden menkul güç simsarlarının söylediğine göre, Yüce Allah, bazı kişileri özel kabiliyetlerle halk etmiştir. Hatta dünyanın bir numarası ABD’de bir yetkilinin söylediğine göre, onların iktidara gelmeleri Tanrı’nın özel isteğiyle olmuştur. Amiyane tabirle son derece yanlış, haksız ve de yakışıksız olan bu sözler, iktidar sahiplerini gerçeklikten koparan “siyasal yağcılık” isteğinden öte bir anlam taşımaz. Zira herkesin belli kabiliyetlerle donatılmış olmasının yanında, belli meziyetleri de öğrenme becerisi bulunmaktadır. Bunların işe yarayabilmesi için kişilerin “öğrenmeye açık” bir yapılarının olması gerekmektedir. Elde edilen güç sayesinde köle olmaya ant içmiş toplulukları yönetmek ne denli kolay ise, bu gücün albenisiyle gözleri kamaşan yöneticilerin de olması muhtemeldir. Hele de onların yakın çevrelerinde kendilerine doğrudan menfaat sağlayan bu gücü kutsayan kişilerin olması demek, bu gibi durumlarda her daim içeriden çevrelenen yöneticilerin olduğu anlamına gelmektedir. Bilim insanlarının zihinsel olarak halkla buluşamama sendromunu ifade eden “fildişi kulelerden konuşma” süreci, bu kuşatmaya mâruz kalan güç odakları için de söz konusudur. Keza, “Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler!” sözünün halkının gündem ve mutfağından haberi olmayan sorumluluk sahiplerini imlediği unutulmamalıdır.

Eğer ki sokaklarda normal bir insan olarak yürümemize engel bir makamda bulunuyorsak, bulunduğumuz bu yerin son derece yanlış bir yer olduğunu unutmamalıyız. O nedenle güç ve iktidarın paylaşım ve halk ile dengelenmesi elzemdir. Bunun yapılması siyasilerin iradesine değil, onları da bağlayan yasal düzenlemelerle sağlanması gereklidir. Geri kalmış dünyanın yönetim gaspı hükmünde olan “ölümüne iktidar sahibi olmak” istek ve uygulamaları ile bu yetkilerle donatılma durumları, artık insanlığın ihtiyaç duyduğu bir yönetişim modeli değildir. Dahası, bu gibi yönetim tarzlarının gelişmiş ülkelerde rağbet görmemesi ve dahi sadece ötekiler için bir seçenek olması demek, işin içinde bir iş olduğunu açıkça göstermektedir. Herhâlde hiçbir durumda kendisi gibi olamayacak olan sömürge insanının diplomasına şerh düşülen “bon pour l’orient/sadece Doğu için iyi/geçerlidir” ifadesi, bu iradenin açık bir tezahürü olsa gerektir. O nedenle dinin de onaylamış olduğu veçhile evrensel ahlâk yasası gereği iktidarları ele geçiren kişilerin yaslanmış oldukları koltuklarda güç zehirlenmesine mâruz kalmadan herkesin onayladığı mâkul sürelerde koltukları bırakmaları evrensel ve insanî beklenti olmalıdır. Müslüman dünyanın ya da daha genel anlamda halkına hesap vermek durumunda olan yönetimlerin kendilerini bu zaman aralığıyla sınırlamaları, insanlığa yapacakları en değerli katkı mesabesinde görülmelidir.

Bazı milletlerin geçmiş tecrübelerden ders aldıkları açıkça görülmektedir. O yüzden bu gibi toplumlar, kendilerinin yerine geçecek olan ve kendilerinden daha iyi iş yapacak kişileri daha iş başındayken yetiştirme eğilimin, gösterirler. Yine bu toplumlarda siyasal değişimler hesaplanabilir bir süre ve değerler üzerinden yapılır. Hemen herkes iktidarların devir-teslim koşullarına vakıftır. İş hayatından ülke yönetimine değin çırak, yardımcı, usta yetiştirme vazifesi, mesleki ve sosyal kaliteye vurulan imza gibidir. Buna uygun olarak bir Japon atasözünde, “Kendine usta diyebilmen için, önce ustanı geçeceksin, sonra seni geçecek bir usta yetiştireceksin” denilmektedir. Bu sebepledir ki bu gibi ülkelerde gelecek vizyonu gereği iktidarların alternatifleri hazır olduğu gibi, yöneticilerin de yardımcıları hazır bekletilir. Sıradan halk bile kimin yerine kimin geçeceğini çok önceden bilir ki, siyasal ve toplumsal anlamda herhangi bir kaosun oluşması imkân dâhilinde bulunmasın. Gelin görün ki ileriye yönelik olan bu netlik, Müslüman dünyada hiçbir zaman bu denli açık olmamıştır. Gücü elinde bulunduran kişi ve kurumlar, yerine geçecek kişileri potansiyel rakip olarak gördüğünden ötürü, daha işin başında veya ortasında onlardan kurtulmayı seçmektedir. Zira iktidarı temellük eden kişilerin normal yollardan gidişleri dahi düşünülecek bir seçenek olarak kodlanmadığı içindir ki; bu noktada yardımcı, devredilecek şahıs ve lider adayı profillerinin tartışılması lider adına zül addedilir.

Bu gibi yapılanmaların cârî olduğu ortamlarda lider adayı olacak kişiler nezdinde siyasal ahlâkın gerektirdiği adımların atılamaması, siyaseti besleyen adaletsiz ve haksız uygulamalara karşı çıkılması bu nedenle imkânsız gibidir. Gelecek yılları, on yılları, hatta yüzyılları planlamayan toplumların başında olanlarla sonsuz bir yaşam süreceğini sanması, bir sabah kaos ve karmaşaya uyanması anlamına gelecektir. Oysaki hayatın dinamiğine uygun iş yapan tabiatın bile belirsizlik ve de boşluk kabul etmediği bir yasal prosedürde, makam ve iktidarların planlı ve yasal içerikli bir şekilde değişim yapması, her konuda gelecek planlayan kişi ve kurumların menfaatine olan bir durumdur. Her açıdan gelişmiş bir toplum olmak, kişisel kavgalardan uzak bir gelecek tasavvuru planı yapan toplumların hakkı olsa gerek. Müslüman dünyanın kalkınma araçlarının başında gelen siyasal gelişim kriterleri, herhâlde bu netliğin açık hâle getirilmesi anlamına gelmektedir. Toplumsal kalkınmanın birinci şartının siyasal çekişme ve kavgalardan uzak durmak olduğunu bilmek, bu uğurda objektif yasaları yapmayı zorunlu kılmaktadır. Müslümanlar olarak içinde yaşadığımız dünyanın kaderinin her makam ve mevki için geçerli olmak koşuluyla vazgeçilmeyen ebedi şef, tek adam, kutlu önder ve zât-ı şahane’ler değil, belli bir zaman zarfında uhdesine verilen hemen her işi iyi yapan ve bulunduğu makamları temellük etmeyen akıl sahibi, vicdanlı hatta uzak görüşlü kişiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Haddizatında sağlıklı yapılara kavuşma adına düşünce ile inancı, bilgi ile imanı ayırmak durumunda olduğumuzu bilmeliyiz. Yani neyin düşünce konusu, neyim iman konusu olduğunun ayırdını yapabilmek lazımdır. Bunun için dinin temel kaynağındaki açık ve net beyanları esas almalıyız. Devir ve dönemlere göre şekillenmiş olan şeyleri iman konusu gibi görmek, insanların gelişim adına muhtaç olduğu düşünceye ket vuracaktır. Hele de bu oluşumlar, düşünce sahiplerinin tekfir edilmesi süreçlerinin her şeyin iman nesnesine dönüştüğü zamanlarda ortaya çıktığını görmemizi engellememelidir. Ve dahi siyasal güç sahiplerinin düşünceyi daraltan bakış açılarına prim vermemesi beklenir. Yoksa gün gelir, bugün destek oldukları yapılar, en basit şeylerde bile kendilerini de tekfir etmekten kaçınmazlar. Sağlıklı düşüncenin üretilmesi adına unutmamalıyız ki, herhangi bir konu bilgi konusu ise, bu demektir ki koşulsuz olarak iman konusu edilemez. Daha farklı bir ifadeyle, iman konusu etmiş olduğumuz şeyler de hayatı idame ettiren her çeşit bilginin kontrolünden geçmelidir. Din nokta-i nazarında bunun böyle olduğu, Tanrı’ya imanın bile iç ve dış dünyanın objektivitesinden hareketle temellendirildiği hususunun bilinmesiyle daha bir anlam kazanmaktadır.

Binaenaleyh insanlığın görece hakikatlere militan edasıyla yapışan bilim insanlarına değil, kendi hakikatini dahi sorgulayabilen cesur bilim insanlarına ihtiyacı bulunmaktadır. Bu açıdan biyolojik evrimi din olarak gösteren bilim insanı ile yerleşik kabulleri gereği biyolojik evrime düşman olan bilim insanı arasında herhangi bir fark olamaz. Yaratılmış olan tabiat kanunlarını izleyen bilimsel etütler gereği, her ikisinin de neticelendirilmiş “kanun” olarak değil, üzerinde çalışılan “teori” olarak görmek, Tanrı, evren ve insan açısından en sağlıklı yol olarak gözükmektedir. O nedenle akıl ve kalemini kiraya vermeyen bilim insanları, zaman içinde hakikat güneşine işaret eden cesur insanlar olarak anılacaktır. Bu iş için hem gerekli donanım, hem yaşanmış örneklikler ve hem de lazım olan irade bilim insanının azığı olarak araştırdığı her konuda mevcut bulunmaktadır. Yeter ki evrensel hakikatlere ulaşma adına yola çıkan bilim insanı, kendisine sunulanlara razı olarak daha ilk durakta hakikat gemisini terk etmesin. Bilakis bilim insanı, hakikati savunan tek kişi dahi kalsa, aksi ispatlanmadığı sürece gerçeğin cesur savunucusu olma rolünü yaşam tarzına dönüştürebilsin.

Netice itibariyle dememiz o ki, düşünce ve Kelâm’ın konusu olan şeyler, Akaid ve imanın konusu edilmeden önce ince eleyip sık dokunmalıdır. Yoksa bu yapılarda görüldüğü şekliyle, sığ bir dünyaya uyanmamıza vesile olacak tarzda her geçen gün iman konuları artarken düşünce konuları azalmaktadır. Bunu besleyen gücün de bir süre sonra iman nesnesine dönüşmesi işten bile değildir. Belki de sırf bu sebepledir ki düşünceyi kovalayıp imanı öne alan yönetimlerde yol arkadaşlığı bağlamında hazır kıtaların olması yadırganmamalıdır. Her devir için söyleyecek olursak, bilim insanlarının bu yola yarenlik etmesi ise tuzun koktuğu noktaya vardığımızı göstermektedir. Her çeşit iltisak ve siyasal aidiyetler, sırf hakikati söylemeye yemin etmiş olan bilim insanını tespit etmiş olduğu doğruları söylemekten alıkoymamalıdır. Mezhep ve meşrep kaygısıyla konuşan kişilerin öncelediği şey; bilgi ve bilim değil, kendi ve grubunun elde edeceği lüks ve konforudur diyebiliriz. Hatta belli mahfillerde ezberlemiş olduğu doğruları hakikatmiş gibi sunan bilim insanlarından en çok bilimin nefret edeceği umulur.

 





FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
YAZARLAR
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
nöbetçi eczaneler
YUKARI